Hiç bu kadar terkedilmiş hissettim mi hatırlamıyorum. Kendi elimle imzaladığım bir dilekçeyle terapi merkezine kapatılmış gibiyim. Her uyku sonrası, ilaçlanmışcasına rahatlıyorum. Gün ortasında ilacımın etkisi geçmeye başlıyor ve çaresiz hissediyorum kendimi. Yalnız. İşin aslı yalnızım.
Evin arka bahçesi bana bir kaçış gibi geliyor. Hava öylesine sıcak ki günün döndüğü şu saatlerde bile gün boyu kavrulan ot kokusu hissettiriyor kendini. Arkasına tahtadan yaptığım bu sıra, çiçek saksıları içindi; burası da aletleri, bahçe gereçlerini, ıvırı zıvırı koyacağım ufak bir kulübe.
72 yaşında, yaşıma göre dinç (karıma göre inatçılığım yüzünden), hala savunduğum fikirlerim olacak kadar gencim. Bu tahtadan alet kulübesini yaptıktan sonra kızım ve iki oğlumun ele geçirmesini an an hatırlayacak; mutlu olacak kadar dincim. Dinç özelliğimi iki defa kullandım. Vurgu içindi, bunadığımdan değil.
Şu an oturduğum yerden, artık ufak torunum Ivy Ann’in oyuncaklarını dizip onlara masallar anlattığı sıraya baktığımda, ukala komşum ve aynı zamanda kadim dostumun bu kulübeyle nasıl eğlendiğini hatırlarım hep. Kasabamızda insanların anladığı ve çok da iyi yaptığı üç şey var: biri hayvan yetiştiriciliği diğeri çiftçilik, geri kalan da dostlarıyla eğlenebilmek. Komşum Joseph çiftçi… Ona ve bu küçük kasabada tanıdığım diğer çiftçilere göre toprak, çiçekle meşgul edilemeyecek kadar kutsal. Ona göre bu anlamsız çiçeklik yerine tarla fareleri için birkaç tekerlek koyarak onları oyalasaymışım daha iyi edermişim. Tam kırk yıl önceydi ama evlerimizin arasındaki çitin arkasında dururken, ellerini beline koyup kendinden emin tavırla attığı o keyifli kahkahasını hala duyarım. O an cevap verecek gibi olup sonra ben de bastım kahkahayı. İkiz oğullarımı ”Babanız sizin için bir oyun kulübesi yaptı.” diye kandırıp alet kulübesi hayalimi alet dolabına çevirmesi hiç komik değildi. Evet değildi.
Oğullarım koşarak geldiler o gün dükkana, çığlık çığlığa “Baba, baba.”, “Artık biliyoruz! Artık biliyoruz!” diye. 8 yaşlarında, birinci sınıfı ikinci defa okuyan iki haylaz… Okul dönüşünde bana bu denli heyecanla vereceği haber ne olabilirdi ki? İşin aslını öğrenmek bu yüzden komik değildi. Hala değil, teyit ediyorum. “Haydi şu güzel haberi verin sonra da en çok istediğiniz şeyi söyleyin, yaparım.” dedim. Ah nasıl da emindim kendimden okulla ilgiliydi, dersleriyle ilgiliydi, iyi bir gelişmeydi… Matthew ve Mika ikizlerdi ama çocuklukları boyunca bu kadar uyumlu olmaları sanki ne söyleyeceklerini ezberlemiş gibi cümle cümle, en ince ayrıntısıyla sırayla anlatmaları bana hep neşe verdi.
– Joseph amca!
– Okuldan çıkınca biz Joseph amcayı gördük.
– Ve dedi ki biz babaannemdeyken arka bahçeye kulübe yapmışsın.
– Evet, tahta bir kulübe, aynı ağaç ev gibi…
– Evet aynı Joe ve Vivien’in babasının yaptığı gibi…
– Elizabeth’in bebek evi gibi ama kocamanmış bu!
İkisinin de gözleri parlıyordu. Öylesine parlak ışık kürecikleriydi ki… Koşarak kucağıma atlamış bu iki koca bebek, her cümle başına “Baba biliyor musun…” ekleyip, sonuna da neredeyse ağızlarına sığmayan bir gülümsemeyle soru işareti koyuyorlardı. “Çocuklar biliyorum ama bu bir sürprizdi. Bana yarına kadar müsaade eder misiniz onu bitireyim?” O an aklıma gelen ilk şey kulübeyi çocuklara uygun bir şekle getirmek için zaman kazanmak oldu. Neyse ki soruyu duyar duymaz, koşulsuz kabul ettiklerini gösterir gibi dükkanımı terkedip annelerine, Mary Ann’e, biricik karıma haberi hemen vermek için eve doğru koştular.
-Evet baba.
-Evet evet baba.
-Anneme söylemeliyiz!
-Harika!
Lily Ann arkalarından geldi; koşan kardeşlerine baktı; gülümseyerek “Onlara ne söylediysen ben de duymak istiyorum. Şimdi, burada, hemen!” dedi. Olanları duyduğunda aynı annesi gibi önce şaşkınlıkla sağ kaşını kaldırdı Joseph amcasının içli şakasına karşılık sonra da bana sarılarak gülmeye başladı. Kızım Lily Ann, bir azize olan annesinin kendine yaraşır derecede dünyaya verdiği bir hediye. Bir kız çocuğu bu kadar sorunsuz nasıl büyüdü bu iki veledin yanında anlaşılır değil. O kulübeye ne kadar çok özendiğimi ve oranın benim için bir çeşit kaçış yeri olduğunu anlayacak yaştaydı. Büyüdüğünde, onları ne kadar çok sevdiğimi, bu yüzden uzaklaşmak istesem bile gideceğim yerin ancak arka bahçenin köşesindeki bu şekilsiz ve hala işlenmemiş ağaç kokan kulübe olduğunu da anlayacaktı. “Anlattıklarında annemin yüzünü görmeliyim.” dedi. Olan biteni izlerken işini bırakmış, pis pis sırıtan çıraklarıma bakıp “Eve gidiyorum, işinizi bitirmeden çıkmayın.“ dedim dönmeyeceğimi belirterek. Sırıtıyorlardı çünkü onlar kesti kulübenin kalaslarını. Arkamı döndüğüm andan itibaren alet kulübemi kaybettiğimi hiç düşünmediğimi hatırlıyorum. Yolda aklımdan “Mary ne pişirdi akşama? Dün getirdiğim somonları fırına atmıştır. Tanrım bu kadın! Kulübeyi düzeltmeme de yardım eder.” gibi şeyler geçti.
Artık resim çizilmedik yeri kalmayan bu kulübe… En çok da şu an ileride, yemek yaparken omzundan eksik etmediği beziyle ellerini kurularken, oyuncaklarıyla meşgalesinden yorgun düşmüş Ivy Ann’i gözleriyle göstererek eve getirmemi rica eden Mary… Bu kulübe yine beni onlardan uzaklaştırdı, onları hayal ettirerek.
2187