3 gün önce…
Havalimanındaki bi’ kahve zincirinden aldığım kahvenin bardağının 2/3’ünü romla harmanladım. Kademeli olarak 4/5’in değil 6/7’sinin doğru oran olduğuna karar verdim. Evveliyatında pek teşebbüsünde bulunmadığım bir eylem neticesinde, uçakla havalimanı binası arasında insan nakliyesini sağlayan portatif geçiş hattında, kapıdaki görevlilerin artlarına bakmadan ilerleyişlerini izledim. Gate 216’da, kilitlenmiş kapıda, kapıyı cahil azmini kuvvetime katarak zorladım. Aralığının binayla yaptığı açının kosinüsünü aldım çünkü trigonometrik hesaplara girmek, kapı mandalının hemen solundaki yangın alarmı camını kırmaktan daha anlamlı geldi.
Kapıdaki 216 yazısının olmayan neon tabelası zihnimde yanıp sönüyordu çaresizce Gate 215’e koşarken. O hengamede kurumsal kimliğini başarılı bulduğum bir kafe çalışanına ve tesadüfen arkamdan koşup, seslendiğini duyduğum bir görevliye, daha sonradan aklımda yankılanmasını hiç sevmeyeceğim kelimelerden oluşan bir cümle kurdum. Beni bilet satışa yönlendirdiler. Orada bana su ikram ettiler; nefes almaya devam etmeliymişim, içersem kendime gelirmişim diye. 50$ ceza ödemesini yaparken beyaz, kuzeyli tatilime 5 saat geç başlayacağımı idrak ettim. Havaalanının farklı alanlarında farklı şekillerde ağladım. Çoğunlukla çikolata tükettim ve ödemelerime “Because l missed my flight.” cümlesini ekledim. Kendi dilimde konuşamayacak kadar utanç içindeydim, kendi dilimi döndürecek kadar ayık değildim.
Deneyimledim ki havaalanları, insiyatifin olmadığı nakliyat hacimleri. Kimsenin insan taklidi yapamadığı, elindeki kağıdın algoritması belli olan yazılımıyla programlanmış bir rotada ilerleyen bedenler. Hiçbir seçenek yok. Özgürce seçtiğimiz yanılgısıyla yöneltildiğimiz doğrultular boyunca, 1 koyun 2 tavşan ve 3 tavuk toplam IQ’suna eş değer ilerliyoruz.
Gate 300’de, günün kaçırmadığım ikinci Kopenhag uçağının kapısından geçişimi yaptım. Pasaport kontrolümü yapan görevlinin ardımdan bakıp, pasaportumun geçerliliğini yitireceği tarihe gönderme yapan “23 mayıs yeterli miydi yea?” diye efemine haykırışının tınısı… Elime baktım; tuttuğum kahve bardağıyla birlikte doğada %100 çözünmek istedim o an.
Kopenhag’a indikten sonra trenle geçişimi yapacağım Malmö’deki arkadaşım Fatih’in mesajı geldi: “Telefonunu kapatıp buraya gelir misin artık!”. Ardından ev arkadaşım Jing’in mesajı geldi “Are you sure about adopting a child? l thought you were thinking to adopt that dog.”. Kalite kontrolünü yaptığım, 27/28’i romla harmanlanmış kahveme verdiğim tadım notlarından emin olurken yazıyorum. Bu sırada tekerleklerinin hala Florya’da, yerin sürtünme kuvvetine direnerek döndüğüne inanamadığım uçağın kanadında, ekvatora paralel sürükleniyorum.
Bugün…
Kaçırdığım uçağın tam saatinde kalkmasına inat 90 dakika rötarda, üç bebeğin isyan figanları eşliğinde dinlediğim şarkılar var aklımda… Müziği durdurup, uçağın kalkış anındaki motor gürültüsüne nasıl tutkuyla cevap verdiklerini gözlemledim. “Mutsuzluğumu ben de onlar gibi ifade etseydim ne olurdu?!” sorusunu yaratan mazoşist bir duygu durumundaydım. Yaptığım olumlamalar yardımıyla tuvalette deneyimlediğim hava boşluğunun travmasından çıktım. Koridordan geçerken, bebeğinin omzuna kusuş anında göz göze geldiğim babaya gülümsediğimi hatırlıyorum. Bildiğim her şeye küfretmiştim içimden.
5216